Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mart, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

28.

 çocukken babam ne zaman evde iş yapsa, ampül değiştirmekten tut; tamirat işine, defter kaplamadan, sebze ayıklamaya hepsinde beni yanıbaşında oturturdu. Babamla birlikte oturup, onun ayakkabıları boyamasını izlerdim, ara sıra bana şakasına boya sürerdi, ya da nispeten küçük ayaklı olan annemin ayakkablarını verip birkaç yerine süngerli boyalardan dokundurmama izin verirdi. Bu hem bir baba-kız aktivitesiydi; hem de beni yetiştirme şekliydi.  Ampul değiştirmek, ya da yıldız tornavidayı tanımak hayatta bir adım öteye taşımasa da insanı, babamı kaybettikten sonra hala onu benimle yaşatan anılar haline getirdi yokluğunu. Ne zaman günlük hayatta bir şeyler yapsam, babam aklıma düşüyor, o çocukluk anılarına geri gidiyorum, yüzüm gülümsüyor.  Yetişkinlik de aynı şey; her şey bitip, yitip, geçip giderken bize kalan sadece yüzümüzü gülümseten anılar ve bu anıları veren insanları sevgiyle anma lüksü.  Ama matkap kullanmayı öğretmemişsin be baba! 

27.

 iki hafta önceki psikolog seansında, sanki evliliğimden ya da "o"ndan başka bahsedecek bir şeyim yok diye sinirlenip, "ayrışmak" istediğimden bahsetmiştim. J. de, istersen her hafta görüşmeyelim, 10 günde - 2 haftada bir görüşebiliriz demişti. Ben her görüşmede ondan bahsedeceksem, arayı açmanın neye yarayacağını anlamadan, başka konular üzerine görüşüp kendimi iyice masaya yatırmayı önerdim.  Bir nevi "duygusal ameliyata" açtım kendimi. Kendimde görüp tarttığım noktaları, hangi duyguları gereğinden fazla sahiplendiğimi, hangilerini görmezden geldiğimi bulup, iyileşmek, kendimi tanımak ve daha doğru bir şekilde yola devam edebilmek için buna ihtiyacım olduğunu hissettim.  Kendimi tanıdığımı, iyi bildiğimi düşünürken; aksi yönde bi'haber oluşum beni her an şaşırtıyor. Son zamanlarda (son birkaç sene) aklıma gelip yapmak istediğim, ama nedenini bir türlü bulamayarak ertelediğim konuları not ediyorum; listedeki bazı maddeler o kadar basit ki; kendime ar

26.

 "insan yarası yarasına yakın olanı seviyor" demişti Ece Temelkuran bir keresinde.  Bugün, açılan restoranların tadını çıkarmak için kuzguncuk'taki ismet baba'da alınca soluğu bir kere daha anladım, kendi yaramı ve yarasına yakın olduğumu nasıl çektiğimi.  kızkıza oturuyorduk usul usul; yanımızda bir kızı beklediği aşikar olan kişiyi arkadaşım bir yerlerden tanıdığını söyledi, öyle kapalı ki algım oyuncu filandır herhalde diye geçiştirdim. neden sonra masalar birleşip sohbet koyulaşınca söyledi, annem öleli 26 sene oldu dedi gözlerimin içine baka baka. Bense babamı yeni kaybettiğimden bahsediyordum.  Arkadaş olalım mı seninle dedi elimi tutup, neden dedim. Sen iyi birisin bence, arkadaşım ol hayatımda ol dedi; böyle teklif edilen bir şey mi arkadaşlık bilemedim, arkadaşız dedim.  Çok tuhaf, bir o kadar tanıdık. Telefonumda birlikte fotoğtaflarım var, açıp gülüyorum. soyadın ne güzel dediğimde, almak ister misin dedi.  Hayat, insana yüzünü güldüren anılar vermekten hiç

25.

 Uzun ilişkiler ya da evliliklerde partnerlerin birbirinin her şeyi olması üzerine birkaç  satır karalamak istedim.  Evlilik dahil toplam 12 yıllık bir birlikteliğim var; yaklaşık 23 yaşımdan beri aynı adamla, aynı partnerle sarsılana kadar sorunlar olduğu ihtimalini aklıma hiç getirmediğim bir ilişki yaşıyorum.  Bu süre zarfında birlikte çok fazla şey görüp geçirdik, düğünler, boşanmalar, tatiller, arkadaşların sevgilileri, aile sorunları, hayat kurma telaşı, askerlik gibi beklenecek süreler ve daha nicelerini içeren her şeyi beraber yaşadık.  Birliktelikler, yaşanan hikayeler arttıkça güçleniyor, aradaki bağlar kıymetleniyor, ilişki kendini güzelliğe, birbirinden güç almaya bırakıyor; yavaş yavaş aradığın, ihtiyacın olan ne varsa her şey karşındakine yükleniyor, sonra da taraflardan biri bu yük topunun altında ezilene kadar da devam ediyor. Geriye dönüp baktığında, aleni hiçbir sorun görmüyorsun, düşünüp defalarca tartsan eşelesen de bir şey çıkmıyor; halbuki ilişkiyi en çok küçük tı

24.

 Sakinim. Buradayım. Etrafımı inceliyorum, gördüklerime daha önce görmediğim gözlerle bakmaya çalışıyorum. Bir an her şeyden aşırı zevk alıyorum, bir kuşun dala konmasını izlemekten keyif alıyorum, kısa bir an sonra omuzlarımı düşürüyorum, üzerime negatif bir şeyler çöküyor; hiçbir şey yokken üstelik. Duruyorum, kulağımda havanın geçişi var, havanın hareketini işitiyorum. Derin bir nefes alıp, kendimi nötr hale getiriyorum. Uyanıyorum sanki, bir yük daha indiriyorum omuzlarımdan.  kaçtığım ne, taşıdığım yük ne bilmiyorum, ama her defasında içimden bir şeyler kopuyor; kötü bir şeyler, yokluğunu bile hissetmediğim, ne olduğunu bilmediğim şeyler.  bu aralar kötü rüyalar görüyorum, deliksiz uyuyorum ama hep gerçekçi, yüzleşmek zorunda olduğum rüyalar görüyorum. yol ayrımlarım çok bu aralar, gün içinde zihnimi ne kadar berraklaştırırsam berraklaştırayım; geceleri o kadar bulanık. Dün sebepsiz yere ağlayıp, ağlaya ağlaya sızdım.  kendimi ve vücudumu dinliyorum, ondan gelen sese kulak veriyor

23.

 Bir süredir sosyal medyada gördüğüm, sağda solda gördüğüm, okuduğum, altını çizdiğim; bu yolculukta içime sinen, bana yol gösteren ya da beni yoldan çıkaran cümleleri toparlamak istiyorum.  Geriye dönüp beğendiğim şeyleri defalarca okudukça bazılarının artık eskisi kadar acıtmadığını ya da eskisi kadar "altı çizilesi" gelmediğini fark ediyorum.  Beğenip, sevdiklerimizin eskisi kadar güzel gelmemesi, ya da onlardan vazgeçiyor olmak, yeni beğenilerimizle tanımlanmak özetliyor yolculuğumuzu.  Ben de 23. yazımı bu konuya adamaya karar verdim, istedim ki derli toplu bir yerde sevdiğim tüm cümleler karışık da olsa dursun, zaman sonra ben daha az beğenmeye başlayınca ya da içselleştirip iyice öğrenince üstlerini çize çize aldığım yolu göreyim, anlayıp sindirdiklerim parçam olanlar  yavaş yavaş silinsin, ben de birincil elden kendime tanıklık edeyim.  O yüzden, başlıyorum. Ne zaman bu yazıları toplamak istesem, hepsine 23 adını vereceğim nedensiz.  1) iki insanın birbiriyle karşılaş

22.

Arabadayım, Bolu Dağı'nı tırmanıyorum, hızım 160-180 arasında değişiyor. Bir yolculukta arabanın 195'e değince "hız limiti aşıldı" uyarısı verdiğini gördüm; arabaya güvenemeden hızımı düşürdüm ve bir daha o araba ile hız yapmadım.  Birkaç hafta önce tek başıma  ilk kez yola çıktım, önce İstanbul-Ankara, sonrasında İstanbul-İzmir yaptım ve şimdi üçüncü haftamda yine yeniden yoldayım, İstanbul-Ankara yapıyorum. Neden bilmem son zamanlarda sıklıkla dinlediğim 5 şarkılık playlistimi evire çevire dinleyip, bağırarak söyleyip, çoğu şarkıyı da üstüste dinlemek suretiyle yol alıyorum.  Bolu Dağı'nı tırmanırken camı açıyorum, zaten şehirlerarası yolda camı hiç kapatamıyorum uykum gelir diye. Mis gibi soğuk hava camdan içeri doluyor; bulutlar henüz birbirinden ayrılamamış, kocaman yekpare halde havada asılı duran bir beyazlık halinde süzülüyor. Güneş sağ camdan, aynadan hafifçe sırıtıyor, müziğim son ses, rüzgar eşlik ediyor, benim içimde akan bir huzur; hızımla birlikte yo

21.

 Bir süredir üstü kapalı da olsa çok da iyi gitmeyen bir ilişki içinde olduğumdan bahsediyorum, bu ilişkinin ne ile sınandığına biraz da olsa satır aralarında değiniyorum.  Kadınlık anlamında vurucu olduğunu düşündüğüm bir şey ile karşılaştım bu hafta " karşıdakine erkek hissettirmemek " Bu hissiyatın ne olduğunu, ne yaparak bunu hissettirdiğimi anlamaya çalışıyorum. Her işimi kendim yapıp muhtaç olmayarak, kötü olaylar karşısında hızlıca toplanıp önüme bakarak, daha yapıcı, hayat karşısında daha dik durarak, ne istediğimi bilerek bunu hissettirdim sanırım. Ben, onun için iyi olan şeyleri isteyip, onun iyiliği için ona - bana sormasa da- akıl verirken, bunun ilişkinin çok normal ve sıradan bir pratiği olduğunu düşünmüştüm, çünkü ben de aynı şekilde göremediğim, fark edemediğim konuların yakınlarım tarafından fark edilip benimle paylaşılmasının gelişim için, ilerleme için sağlıklı olduğuna inanırım. Ama görünen o ki, benim yaptıklarım; ona "yetersiz" hissettirmekten,

20.

Yeni hedef : tek başıma seyahat etmek  Aslen doğulu olmama rağmen, babamın görevi sebebi ile birkaç şehir değiştirdik ve ben 12 yaşımda, ilkokul beşinci sınıfta iken başkente taşındık, takip eden ortaokul, lise ve üniversite yıllarımı da bu şehirde geçirip, çalışma hayatı ile birlikte kendimi İstanbul'da buluverdim.  O zamanlar yaptığım iş gereği saha ziyaretleri yapıyor ve araba ile İstanbul içerisinde oradan oraya gidiyordum;  yeterli tecrübemin olmadığı yıllar boyunca, daha tecrübeli birileri ile gittiğimden arabayı hep onlar kullanıyordu, ben de yan koltukta yetişkin bir çocuk gibi oturuyordum. Sonraki zamanlarda da şoförü olan yerlerde çalıştığım için yine araba kullanmam gerekmedi, zaten halihazırda kendi arabamız da olmadığı için; üniversite hayatım boyunca kullandığımdan mütevellit gelişen şoförlük yeteneklerim yavaş yavaş soldu ve zamanla ben de İstanbul trafiğini bahane ede ede araba kullanmaktan soğudum.  Araba kiralayıp bir yerlere gittiğimiz zamanlarda da hep eşim kull

19.

 Daha önceki yazılarımın birinde, her şey için savaşan, her şey için çabalayan ve her şeyi yaşatıp, ayakta tutan olmaya çalışmaktan duyduğum rahatsızlık yüzünden kasıtlı olarak bitkilerimi öldürmek istediğimden bahsetmiştim. Bunun için de onları önce kar suyuna, sonra da ıslak kökleri ile dona maruz bırakmıştım.  Ama onlar, bana inat, benim kendimle inatlaşmama karşı koyarcasına çiçek açtılar ya da yeni tomurcuklar verdiler. Önemsizliğimi, etkisizliğimi bir kere daha yüzüme vura vura umut vaat ettiler.  Biz çabalamasak da dünya döner, çiçekler açardı ama biz bakınca hem biz daha anlamlı hale gelir, hem iyi  ve işe yarar hisseder hem de onların büyüme süreçlerini hızlandırırdık; bunu sonra anladım. Ve aslında, bu deneyim de bana bir kere daha gösterdi ki; aslında hayat bazen durmamızı tolere edebilecek kadar bizimle birlikte ve bize destek.  Bugün uzun ara sonra çiçekleri sulamaya çıktım, sardunyaların dibinde yeni tomurcuklar vardı, kaktüslerimde değişik formda bir çiçek çıkmıştı, dökü

18.

 Yeni şeyler denemeye ne kadar açığız? Mevcut, süregelen alışkanlıklarımızı değiştirmeye, yeniye adapte olmaya ne kadar istekliyiz? Düzenimizi değiştirecek, hayatımızı değiştirecek cesaretimiz var mı?  Zihnimde bu sorular dolanıp duruyor, doğru bir şemaya oturtamadığım için soruların yanıtlarından da ürküyorum. Tam yatacakken bilgisayarı kucağıma alıp, aklıma gelecek ilk yanıtları toparlama isteğim de bu yüzden sanırım.  Hayat hep akıyor, sen durmuşsun, başına bir şey gelmiş; beklemiyor, dinlemiyor, hayat seni anlamaya çalışmıyor; hayat bildiğini okuyor sen de onunla birlikte devam ediyorsun. Sen yolunu değiştiriyorsun, farklı alternatifler deniyorsun, o o kadar uyumlu ki yeni yolda da yeni alternatiflerde de seninle birlikte yürümeye devam ediyor.  Hayat akıp giderken, mutlu olmadığımız anlar olduğunu fark ediyoruz; ya da doğru gelmeyen bir şeyler yaşadığımızı, yine de inatla ve adına "umut" diyerek sürdürmeyi tercih ediyoruz. Daha önce de bahsetmiştim, hepimiz aslında bir ş

17.

 Aynı şarkıyı kaç kere dinler, şarkıları nasıl dinlemeyi tercih edersiniz ya da? Bana  -ilginçtir ki-  çocukluğumdan beri müzik gürültü olarak gelir.  İlkokulda zorla org çalmak için kursa gönderildim ve nefret ettim, sürekli "demo" tuşuna basıp kendimi düğünlerde gibi hissedip orgla dalga geçtim. Ortaokulda kanun çalma isteğim, Türk sanat müziği sevmediğim gerekçesi ile reddedildi, sonrasında Özdemir Erdoğan'ın o zamanki aklımla "pedofili" içerikli olduğu için eleştirildilğinden bihaber "keman öğretmen"i şarkısına bayılmamdan mütevellit  keman çalmak istedim, o isteğim de orgdaki kötü tecrübem ve "maymun iştahım" yüzünden reddolunca müzikten buz gibi soğudum. Nasıl bir zihin yapısıysa benimki ölesiye tüme varımcı; asla tümden gelimci değil, müzik aletlerini çalamıyorsam o zaman müzik de dinlemeyeyim bari diye bırakıvermişim hepsini. O yüzden müziğin hep gürültü olduğunu düşünmüşümdür, otururken arka planda çalan her şarkı, mırıldanılan her n

16.

Başkalarının kendi tecrübelerinden edindikleri dersleri bize de aktarmalarını isteyip, kendimize uyarlamak mümkün mü diye düşünüyorum; özellikle de bize benzer kişilerin.  Sevdiğim bir aile büyüğüm, kendisine de sıklıkla benzediğimi düşündüğüm, bakış açılarımızın yaşadıklarımızdan bağımsız benzer olduğu H. ile uzunca sohbet ettik. Tüm psikolog maceramı, son dönemde içinden geçtiğim dönemin en yakın tanıklarından biri.  Bugün bir konuşmamızda "seni dinlerken bazen kendim konuşuyorum" gibi geliyor dedi, ben de cesaretimi toplayıp "o zaman sen söyle tecrübelerini, tecrübelerinden çıkardığın dersleri; madem bakış açılarımız aynı, ne yapıp yapmamam gerekiyor söyle de daha fazla hata yapmayayım" dedim; gülümseyerek dedi ki "ben senden ders alıyorum, sana baktıkça şimdi şimdi kavradığım şeylerin senin çoktan farkında olduğunu görüyorum" dedi.  İnsan, sanırım hata yapmadan, annesi babası gözünden ne kadar sakınsa da o tuzaklara düşmeden; kendi tecrübesi ile yürüme

15.

"Ayna ayna söyle bana, var mı benden güzeli bu dünyada?"  Çocukluğumdan beri aynada kendime bakar, aynada kendimle konuşurdum. Bunu çocuk yaşta bile delilik olarak görmez, içten içte aynada gördüğümün benim en yakınım olduğunu, en karanlık ve en aydınlık yanlarımın koruyucusu olduğunu bilirdim. O yüzden çocuk aklımın tüm günahlarını, ya da en mutlu anlarımı koşa koşa yine ayna karşısında kendime söylerdim. Kötü olanları kısık sesle, iyi olanları ise kendi sesimle; mutluluğumu seyrede seyrede söyler, ev müsaitse uzun uzun; yoksa kısacık özetler ve her şeyi aynaya kaydederdim.  Bu alışkanlığım seneler boyunca devam etti, hatta ergenlikte dümdüz olan çok sevdiğim pırasa saçlarım kabardığında ve çirkinleşmeye başladığımda bile aynı karşısına geçer, kendimi saçlarımın düzeleceğine dair telkin ederdim, bazen de büyüdüğüm için kendime kızardım; o aklıma büyümek çirkinleşmek gibi gelirdi; ya da gerçekten büyüyene kadar araf bir çirkinlik haliydi.  Aynanın karşısında geçen uzun zamanl

14.

 Günlerdir bu hikayeyi, nedensiz aklıma gelen, zamanında neden gözüme takıldığını da bir türlü aklımın kesmediği bu anıyı yazmak, anlatmak, hatırlamak ve kalıcı hale getirmek istiyorum.  Sanırım bu yazdı, babamın ölümünden sonra yazlıkta olduğum zaman dilimlerinden birinde, açık mutfak / salon arasına sıkışıp kalmış 40 yıllık çam, açık kahve, parlak dikdörtgen masada oturuyordum. Yanımda sakince babamı hatırlaya hatırlaya yudumladığım kahvem varken, bir anda çay demlemek istedim. Damacanaya gittiğimde, damacana içinde kalan borunun damacananın dibine değmediğini, kopmuş olduğunu fark ettim. O da damacananın içinde duruyordu ancak ya yatay pozisyonda ya da yüzerek geçiyordu vaktini. Ben su ısıtıcısına su aldım ama su azaldıkça içindeki kısa boru yetmemeye başladı ve ben suya ulaşamaz oldum. O pompanın ucunu takmaya üşenip koca damacanayı eğdim, büktüm ama ben ne yaparsam yapayım o pompa aynı dikliği ile, su vermeye gram niyet etmeden sabit durmaya devam etti.  O an bulduğum tembel işi ç