Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Şubat, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

13.

Doğru neydi, neden bildiğimiz doğrulara yapışıp hayatlarımızı onların üzerine kuruyorduk? Doğru bildiklerimizin sarsılmayacağını kimden öğrenmiştik? Ya da doğrularımızın zamanaşımına uğramayıp, sonsuza kadar değişmeden aynı kalacağı varsayımını kim yüklemişti omuzlarımıza? Soru soruyu, olaylar başka soruları doğuruyor; hayat ve anlam aramalar sanki kocaman bir yumak ve çözdükçe daha çok dolanıyor. "Hıh şimdi oldu işte, çözdüm" dediğin an, alttan daha büyük bir büyük düğüm çıkıyor, hem de daha önce çözdüklerinin de aslında tam çözülmediğini inatla hatırlatıyor.  Ben kendi yumağımı bitirmeye yaklaştım sanırken, aslında o yumağın büyük bir kısmının kaldığını dün fark ettim. Yüzleşmenin ağır geldiği şey, "ilerliyorsun, aferin kızım" diye motive ederken kendimi, önüme çıkan ilk engelin tokat gibi yüzüme yapışması oldu.  Bu olaydan ders çıkarmaya çalışıyorum, aslında bunların da ilerlemenin bir parçası olduğunu, ilerlemenin can acıtmadan, yüzleştirmeden, çirkin yanlarınla

12.

Bugün psikolog günüydü, bugüne kadar geçirdiğim en verimli ama en iç sıkan seanslardan biriydi, insanın kendisiyle yüzleşmesi, ya da bugüne kadar hiç fark etmediği şeylerin hazır olduğu düşüncesiyle yüzüne dan diye vurulması iyi gelmiyor, daha doğrusu bana iyi gelmedi.  Aslında anlatırken J.'yi durdurabilirdim, ama durduramadım; kendimi, kendi özelliklerimi duymak, dinlemek, o an sıcağı sıcağına tartmak hoşuma gitti. Nasıl ki odadan çıktım, sanki birden maskem düşüverdi, sanki bir anda savunmasız kalıverdim. Omuzlarım düştü, nefesim yavaşladı, gözlerim kapanmaya yüz tuttu. Asansör, şansıma kattaydı; ona bile sevinemeden nefesimi tuta tuta 4 kat indim. Apartmandan çıkıp karman çorman olmuş kulaklıklarımı ayırmaya çalıştım; teknoloji o kadar ilerlemesine rağmen, kulaklık kablolarının karışmasını engellemek yerine, kablosuz kulaklık yapmayı tercih etmelerine kızdım.  Sonra derin bir nefes aldım ve içime dolan boğucu hissin, hatta neredeyse sinirlenmiş ve birikmiş kızgınlık hissinin ge

11.

 Uzun süredir konuşmadığım, hatta görüştüğüm zamanlarda da sadece iş arkadaşım olan biriyle bugün 15-20 dakikalık bir telefon konuşması yaptık. Babamın kaybından sonra beni pek ihmal etmeyen, sürekli bir şeye ihtiyacın var mı diye soranlardan biriydi B. İnsan, neden bilmem bir kaybın, ya da önemli bir olayın ardından yanında olanları, olmak isteyenleri ayrı bir yere koyuyor, otomatik olarak  "yanımda olan insanlar listesi" yaratıyor beyin. Belki o kişiler için rutin bir durum kötü gün geçirenin yanında olmak, belki benim verdiğim kadar önem vermiyorlar "yanında oluşlara", ya da bu kadar anlam yüklemiyorlar, ama ben o hissi tanıyorum:  "iyi niyet" o yüzden, en ufak bir kırıntısı bile benim için dünyalara bedel. İyi kalpli ve merhametli, vicdanlı birisini bulunca yapışasım, onları sonsuza kadar hayatımda tutasım geliyor, neden bilmem iyiliğin hep zor bulunan bir olgu olduğunu düşünüyorum. Bu kısma sonrasında biraz eğilmem gerekecek, zira bu düşüncemin teme

10.

Kendimce doğru ve sağlıklı bir ilişkinin hep arkadaşlığa dönmüş olması gerektiğini düşünürdüm; çünkü hayat kısmetse uzundu ve bunu keyifli geçirip; güzellikleri, küçük mutlulukları paylaşıp, saçma sapan şeylere birlikte gülebilmek, ikinize ait bir dünyada küçük rutinler yaratıp onları paylaşmak ortak hayatı daha yaşanılır ve mutlu kılıyordu.  Haftasonu kahvaltı sofralarından sonra tavla oynamak da bizim için bunlardan biriydi; daha doğrusu benim için. Çocukluğunda sayı saymayı, tavla oynayarak öğrenmiş bir kız çocuğu için, hayatta tavla oynayabilecek bir partnerin olması sanki ilişki şartlarımın olmazsa olmazıydı.  Üç ya da dört yaşındaydım, yavaş yavaş saymayı öğreniyordum; teyzemin, anneannemin yurtdışından getirdiği zihin açan oyuncaklar, sayılar, şekiller, hayvanlar. Annemle babam ilk çocuk olmamdan mütevellit, aşırı ilgililerdi. Küçük bir şehirde yaşıyorduk, büyük şehrin koşturmacası ve telaşesine henüz düşmemiştik o yüzden bana ayıracak, bana her şeyi tane tane anlatacak bolca va

9.

Evde oturulan bir cumartesiden merhaba, buraya geri geldiğimden beri omzumdan birer birer atlıyor yükler, ben bile atmıyorum, atlıyorlar. İnadına, her şeye rağmen, sana, kendini bıraksan iki saniyede etrafını sarıp sarmayalacak negatif düşünce yığınına rağmen; sen yürümeye devam ettikçe bir bir düşüyorlar yakandan.  İnsan; gücünü, yapabileceklerini nasıl bu kadar farkında olmaz, her şey nasıl bu kadar zor gözükürken kolay olabilir, ya da aslında en kolay gözüken nasıl bu kadar zor olabilir? Hiçbir şeyin gerçekten de göründüğü gibi olmadığını anladığım dünyaya giriş yaptım, bildiklerimiz bir anda nasıl da ters yüz oluyor sahi. Demek ki neymiş, bildiklerimize körü körüne yapışmamak, doğruların da değişebileceğini kendimize sürekli hatırlatmamız gerekiyormuş , bir zaman sonra hatırlatmaya gerek kalmadan içselleştireceğimizi ve üzerine yeni bir dünya kuracağımızı hayal etmekten kendimi alamıyorum.  Sahi, tüm hayatımızı 3-7 yaş arasında öğrendiklerimizin üzerine mi kurguluyoruz? Öyle demişt

8.

 Eskiden en sevdiğim sayı "8"di, nedense tek sayıların hep uğursuz olduğunu düşünürdüm. 13'ün çocukluktan beri uğursuz diye dayatılmasından olsa gerek bir türlü sevemedim tek sayıları; asal sayı oldukları ve kendinden başka kimseye bölünmedikleri için de iyiden iyiye gıcık olurdum. Güya matematik bir bilim, resmen duygularıma hitap edip beni kendinden soğutmuş; bilimle duygusal ilişki kurulur mu? Bal gibi kurulmuş işte!  O zamanlar arkadaşlar arasında, ya da yeni birisiyle  tanıştığımızda birbirimize hep en sevdiğimiz sayının ne olduğunu sorardık, benim cevabım hep 8 olurdu; daha "cool" gözükmeye çalışanların ise genelde 13. Hiç kimsenin sevmediği, itelediği o 13 sayısını bağırlarına basmak isteyen "cool" çocuklar. Son zamanlarda içinden geçtiğim dönem, maruz kaldığım olaylar bütünü beni iyice kendime yönelttiğinden beri; yalnızlık da sıklıkla üzerine düşündüğüm konulardan biri oldu. Yalnızlık neydi, neden yalnızdık ve nasıl bu kadar sosyal olup; kendi

7.

 İnsanın anlatmak istediği şey oldukça, içinde bir aslan kükrüyor adeta. Müdaheleyi uygun bulmayan, dilediğinde kükreyen, hatta mümkünse daha fazla kükremesi teşvik edilen bir aslan.  Hayvanlar alemini her zaman çok ilginç buldum, Piraye Erdoğan 'ın son zamanlarda sıklıkla adından söz ettiren kitabı "Seyir"' 'de bahsettiği gibi, hayvanlar iç güdüleri ile hareket ederler, düşünmezler; siz hiç "bacağımın biri koptu, şimdi ya basamazsam" diyen köpek gördünüz mü? Bir ayağı olmaz ama iyi hissettiği an, yapabiliyorsa ayaklanır ve yürümeye başlar. Önümüzdeki en büyük engel zihnimizdir diye de bağlar anlatısını.  Bugün mesai  saatini bitirince, içimde yine aynı heyecan kalbimi pırpır ettirdi, yerimde duramadım bir an; pencereyi araladım, leş gibi yağmur yağıyor; o kadar İstanbul karından sonra temizlemek için gelmiş kardan kalan tüm tortuyu, ve çamuraya dönmeye yüz tutmuş sokakları. Sahi, kar o kadar beyaz, temiz ve güzelken nasıl olur da hemen sonrası bu kadar

6.

Üzerimizdeki yükleri bırakmak ve ilişkilerde ya ruh hallerinde "toksik" kelimesinin anlamı üzerine bir yazı yazmak istedim.  Dün akşam 7. Koğuştaki Mucize filmini izliyorduk akşam, temel olarak engelli bir baba, 7-8 yaşlarındaki kızı ve babanne figürünün Muğla'nın deniz kenarı bir köyündeki hayatları ve onun değişimi. Filmin her karakteri ayrı ayrı döktürmüş, izlerken oyunculuğu sakil duran tek kişi, çocuk figüranlardan biriydi; ona da lazca şive yaptırdıkları için kulağıma alışılmadık geldi o kadar.  Tabii baba - kız konuları, Haziran ayında babasını kaybetmiş benliğim için biraz hassas; her ne kadar artık gözyaşı dökmesem de, özlemek, hasret çekmek, arayıp istediğinde ulaşamamanın verdiği hayal kırıklığı hissi baki. Rasyonel bakış açısıyla ise, giden gitti; tabii ki yeniden ulaşamayacağımı, eskisi gibi bir iletişim kuramayacağımı biliyorum ama ara ara gelen bu özlem hissine de sırtımı dönmemeyi, geldiğinde gönlümce yaşamayı tercih ediyorum. Babamın ölümünden sonra, etra

5.

Babamın görevi sebebiyle hep lojmanlarda oturduk, lojmanların da standart görünümleri vardı ve sanırım balkona çiçek asmamak, görünecek şekilde çiçek yetiştirmemek de onlardan biriydi. Hiçbir çocukluk anımda, oturduğumuz evlerde balkonlardan sarkan çiçekler hatırlamıyorum, tüm bitkiler sevenleri tarafından evlerinin içinde yetiştiriliyordu. Bizim evde de aşk merdivenleri, difenbahyalar, kauçuk ağaçları, benjaminler vardı. Bu bitkilerin ortak özellikleri hepsinin yeşil olması ve hiç çiçek açmıyor olmalarıydı. Annem her defasında "çiçekleri çok seviyorum" dediğinde, ona içten içe güler ve aslında bunların çiçek olmadığını düşünürdüm. Çiçek dediğin gül olmalıydı, nergis olmalıydı, sardunya olmalıydı; ama yemyeşil ve o zamanki aklımla hiçbir faydası olmadığına inandığım boş boş kendi halinde duran yeşil çalı çırpı takımı çiçek olamazdı.  Çiçekleri ve özellikle de annemin bitkilerini uzunca bir süre daha sevmemeye devam ettim, ben sevmedikçe onlar bana inat büyüdüler, dev oldular.

4.

 Sanırım mola veremeyecek ve sonsuza kadar klavyeye dokunacağım, içimden bitmek bilmeyen bir enerj, paylaşma isteği, hatta haykırma isteği geliyor.   Anlattıklarım dağınık ve karışık olacak; zihin bu; kolay toplanmıyor namussuz, ama onu da zaman içerisinde dizginlemeyi, kontrol altına alıp, yönlendirmeyi öğreneceğim.  Geçtiğimiz haftalardan birinde, perşembe sabah tüm keyfimle uyanmıştım, gayet neşeli, yeni güne şükreder haldeydim; ama nedense bir anda huzurlu bir eve uyanmadığımı fark ettim; evin bireylerinden biri çok da keyifli uyanmamıştı anlaşılan.  Psikolog J.'nin dediği gibi, " depresyon hissi bulaşıcıdır, mümkünse o ortamdan kendini dışarı atmak gerekir " ; duraksadım. Havaya baktım, belli ki soğuk. Uyusam, zaman kaybı. Kalktım, üzerimi giyindim, kalınca bir kazak, mont, eldiven derken kapıda belirdim. "Nereye?" dedi, yürüyüşe çıkıyorum dedim ve arabayı aldığım gibi kendimi Caddebostan sahilde buldum.  Arabayı usulca park ettim ve neden oraya kadar gitti

3.

 Hey! Hayatımın herhangi bir döneminde yalnız kalmayı becerebilen, yalnız olmaktan hoşlanan, bir cafeye gidip tek başına kahvesini yudumlayan bir kız olmadım. Şimdi şimdi fark ediyorum aslında bunların hepsi bir nevi "kendinden kaçış", kendinle başbaşa kalma korkusuymuş.  Psikolog seanslarının birinde J. şöyle demişti, "seni anlıyorum, ama bu farkında olmadan kilo aldım demen bana garip geliyor, az değil ki bu 25 kilo"  Dışarıdan birisi söyleyince gerçekten de kulağa garip geliyor, 25 kilo dediğin damacanadan bile büyük, içine sokmadılar ya bunu nasıl oldu sahi? İnan bilmiyorum dedim. "Kendine hangi noktada duyarsızlaştın da fark etmedin?" dediğinde resmen aklıma, kalbime balyoz indi. Ne demek "KENDİNE DUYARSIZLAŞMAK?", bence ben gayet de kendimde, her şeyimi gayet de farkındaydım, demek ki değilmişim. Bunu kulağıma küpe ettim, "kendine duyarsızlaş- MA ".  Ve o seanstan sonra her gün bu konu üzerine odaklanmaya başladım, "farkında

2.

 Hızlıca ikinci yazıya geçtim, zihnimde çokça akıtmak istediğim düşünce var. Sevmekle ilgili başta, insanın sınırları ve "kendi olmak" ilüzyonu ile ilgili, "comfort zone" dediğimiz alanla ilgili, kendimizi zorlamak veya teslim olmakla ilgili.  Hepsine sırasıyla değineceğim ama öncesinde bu sürece başlarken net olması gereken bir şeyleri not düşüyorum.  Bugün, Rana Özşeker'in online bir seminerine katıldım, mesai saatleri içerisinde tamamını dinleyip, hakim olmak zor olsa da; fena olmayan bir performansla kulak kabartabildiğimi düşünüyorum.  Sıklıkla karıştırılan iki olgudan bahsetti, biri değişim ; diğeri ise dönüşüm . Kaba ve çok genel bir tabirle, değişim aslında geçiciyken ve eski haline dönmesi mümkünken; dönüşüm kalıcı. Çok güzel bir örnekle anlattı, tırtılın kelebek olması dönüşümdür dedi; saçımı kızıla boyatmamsa değişim.   Bence önemli olan bizim hangisini istediğimiz; değişmek mi istiyoruz; yoksa dönüşmek mi? Hangisi daha cesur olmayı gerektiyor sizce?

1.

 Merhaba,  Yeniden burada olduğum için, içimde  pamuksu, bulutsu bir heyecan. Sıkıştırsam kaçacak, yok olacak; ben de bu heyecanı sahipleniyor ve kendi haline bırakıyorum. "Kendi haline bırakılan her şey, yolunu bulur ne de olsa öyle değil mi? Değişik şeyler oluyor, "dönüşümsel" şeyler, sanki kendimi yeni baştan yazıyorum.  Neden mi böyle, neler mi oldu? Aslında özetle peşpeşe gelen bir anlar bütününde; bildiğim ve sahip olduğum - olduğumu zannettiğim - dünya'm tepetaklak oldu.  2019 Ekim ayında hiçbir sıkıntısı olmayan, bence o kadar da yaşlı olmayan kedim bir anda öldü, 2020 oldu Haziran ayında çok güzel bir kahvaltı sofrasında babam 1 dakika içerisinde kalp krizinden öldü, ilişkim de  yavaş yavaş gözümün önünde ölüyor; doğru bildiklerim sarsılıyor. Ben de sakince akan zamanın içinde, her şeyin akıp geçmesini bekliyorum. Bu süreçte çok fazla şeyle karşılaşıyor, çok fazla şey öğreniyorum; bunları paylaşmazsam olmayacağına eminim. O yüzden, hem kendime her defasında