Dün akşam üzeri, akşam yemeği saatinden önce, avrupalının pek sevdiği "aperativo" saatinde balkona minik bir sofra kurduk. Kilosu 250 liraya çıkan ithal peynirlerden, şarap tabaklarının vazgeçilmezi izmir tulumdan ve muhtelif kuru yemişler, çikolatalardan oluşan bir tabak hazırladım. Yanına da 2 gün öncesinde açılmış, bir gece önce tarafımca buzdolabı kapağından alınıp kafaya dikilmiş Pamukkale rose şarabından iki kadeh doldurdum. Sakince oturduk, bir süre minik soframızın güzelliğini övdük karşılıklı, sonra ağzımızın tadından bahsedip daim olmasını diledik, onun yeni yaşını kutlayarak kadehlerimizi tokuşturduk. Güneş gözümüzün içine geliyordu, ısıtan ama yakmayan, tam anlamıyla evden uzakta hissettiren güneşte biz farklı zihinlerde aynı hayale daldık. Birden anlatmaya başladı, kucağında 1 sene önce sahiplendiğimiz kedimizle, biliyor musun diyerek başladı söze; biz şimdi aslında Barselona'daymışız. Hava böyle güneşli, ara sokaklardan birindeyiz, masamızda küçük bir pey
Doğalı 35 yıl olmuş neredeyse, 35 yıllık hikayeyi yeni baştan yazmaya çalışıyorum, baş kahramını biraz değiştirip; ezber bozuyorum.